Blog Resmi

Blog Resmi

Sitemize Hoşgeldiniz

Video

22 Şubat 2016 Pazartesi

TÜRKÇÜ KİMDİR?


Türkçü, her şeyden önce Türk ırkının yücelmesini, onun topraklarının güvenliğinin sağlanmasını, Türk toplumunun maddi, manevi, askeri, sosyal, kültürel, her alanda kalkınmasını kendine amaç bellemiş kişidir. Türkçü için hayatta bunlardan daha yüksek amaç yoktur. Türkçü, bu amaçlar için parasını, sağlığını, ailesini, geleceğini hatta hayatını kaybetme riski ile hep karşı karşıyadır. Buradan da Türkçülük'ün çok fedakarlık gerektiren bir iş olduğunu, fedakarlığı da sadece güçlü, azimli, disiplinli kişiler gösterebileceği için her önüne gelenin Türkçü olamayacağını anlamış bulunuyoruz. Bu nedenle, biz Türkçüler, siyasi arenada sayısal olarak en az olan grubuz. Bu da sırf davamızın getirdiği ağırlıktandır. (Kendini Türkçü sanan soldan dönme, çakma, ezik özentileri ve Ülk*cüler'i bu sayı içine dahil etmiyoruz. Eğer etseydik, sayımız çok daha fazla olurdu, fakat kuru bir kalabalık olmaktan da öteye geçemezdik.)
Türkçülük basit bir ideolojik etiketten öte, bir yaşam biçimidir. Türkçü olduğunu iddia eden kişi ona göre yaşamak zorundadır. Bugünkü siyasi arenada bulunan partilerin taraftarları ile Türkçülük üzere olan kişileri karşılaştıralım. (Böyle bir karşılaştırmayı yapmak durumunda olduğumuz için kardeşlerimizden özür dileriz.)
AKP, CHP, MHP ve diğerleri... Bunlar, kendi taraftarlarına hiçbir yaşam biçimi dikte etmez. Aynı parti çatısı altında bulunan güruhlar arasında, dindar-az dindar, içki içen-içmeyen, demokrat-daha az demokrat ya da anti demokrat gibi birçok farklı fraksiyon bulunabilir. Bunların tek ortak noktası, seçim dönemlerinde gidip o partiye oylarını vermeleridir. Bunun dışında kendi aralarında ne bir disiplin, ne bir ideolojik birlik, ne de başka bir bağ vardır. Gönülden fakat cahilce bağlandıkları partileri onlara hiçbir yaşam tarzı sunmamakta, hayat için belirgin sınırlar çizmemektedir.
Fakat Türkçülük bunun dışındadır. Taraftarlarına, hayatlarında uymaları için geniş kurallar dikte eder. Bu kurallar ırkın yüceliği içindir. Buna uymayanlar kendisini Türkçü sayamaz. 
Söz gelimi, Türkçü bir kimse içki içemez. Çünkü bilir ki bu bir pisliktir, vücudu uyuşturup mahveder. Gücünü alır ve onu çürütür. Kaldı ki bunu bilim de söylemiştir. Bilimin de dediğine uyarak, Gazi'nin "En hakiki yol gösterici bilimdir." sözüne uyarak bu pisliği hayatından uzak tutar.
Şimdi biz sadece küçük bir örnek olarak bunu verdiğimizde, "demokrasi var yeeeaa, herkes istediğini yapmakta özgür" diyenlerden tutun, "ülkem için içiyorum" diyenlere kadar bir yığın tescilli alagavat çıkabilir. Bunlar bırakın Türkçü'yü, Türk bile değildir. Biz böylelerini adam yerine koyup değerli vaktimizi harcamayız. Bizim çok daha önemli işlerimiz var.
İkinci olarak, Türkçü demokrat da olamaz. Çünkü bilir ki, milyonluk gerizekalı yığınlarının, kitle iletişim araçları ile istenen yöne kolayca yönlendirilen saman kafaların verdiği oylarla yürüyen bir rejim, olsa olsa Yunan milletini ihya eder, Türkler'i değil. Bu yüzden, bir Türkçü zinhar demokratik ilkeleri benimseyemez, milletine demokrasinin hakim olmasının felaket olacağını bilir. Bugün Ankara'da 28 Türk'ü şehit eden canlı bombanın memleketinde kurulan taziye çadırını demokratik usullerle seçilen K*rt milletvekillerinin ziyarete gitmesi, ona demokrasinin ne büyük bir kepazelik olduğunu anlatmıştır. Bunun dışında, demokrasinin işleyiş şekli olan oy verme işlemine de Türkçü asla katılmaz. Bilir ki, aylık 15.000 TL maaşla kendi yaptığı yasalardan muaf olarak milletin sırtından geçinen asalakların, hangi partiden olurlarsa olsunlar bu vatana faydaları yoktur. Biz bunları dediğimizde bize demokrasinin faydalarını sayıp döküp, düşünce özgürlüğü denen pisliği savunanlara edecek sözümüz yoktur. Onlar zaten Tanrı'nın lanetine uğramış, kalpleri, gözleri, kulakları ve dilleri mühürlenmiştir. Ne desek boştur. 
Son olarak Türkçülük ahlak işidir. Vurdurduğu sevgilisine bozkurtum diyen kevaşelerin Türkçülük'ten bir nasibi olmadığı gibi, tuvalette dudak bükerek ayna karşısında bozkurt yapan ve küpe takan ibne kılıklı mahlukatın da bu yüce düşünceden bir nasibi yoktur. Bize hangi devirde yaşıyorsunuz diyebilirler. Biz atalarımızın şaşaalı dönemlerinde, yüzyıllar öncesinde yaşıyoruz. Ve hiç zamanı ileri sardırmak için sizin düştüğünüz bok çukuruna düşme niyetimiz yok.
Sonuç olarak, Türk ırkının her açıdan yücelmesini ve düşmanın saldırılarından emin olmasını düşleyip bunun için çalışan kişiye Türkçü denir. Bu çalışma onlarca farklı yolla olabilir. Onlara burada değinmeyeceğiz. Türkçü olduğunu sanıp da burada sadece ufak bir bölümünü saydığımız kuralları uygulamayı nefsine yediremeyenleri biz kendi yoldaşımız olarak görmüyoruz. Bu nedenle bizim sayımız görünenin ancak yüzde biri kadardır. Yüce Tanrı milletimizi korusun, onu asıl kimliğine çevirsin.

19 Şubat 2016 Cuma

Norveç Ekonomisi

Kendine çeken en duzenli ekonomilerden birine sahip avrupanın "cenneti" Norveç.
Norveç- dünyanın en mutlu yerlerinden biri olarak kabul edilir.
Nüfusu - 5 milyon 214,890 kişi
Yıllık bütçe gelirleri 273 milyar dolar
Genel İç mahsul- 512 milyar dolar
2015 yılında Norveç 105.4 milyar dolar tutarında ürün ihraç etti.
İhraç top 5 lik:
1) Petrol - 61,3 milyar dolar
2) Balık - 8.8 milyar dolar
3) Makine A.Ş. - 6.8 milyar dolar
4) Alüminyum - 3.5 milyar dolar
5) Elektronik ekipman - 2.9 milyar dolar
Norveç'te ortalama aylık ücreti yaklaşık 4500 Euro. Norveç'in petrol fonunda bulunan miktarın 2015 yılına olan bilgilere göre 825 milyar dolar.
Bazı enteresan bilgiler:
Burada alkol çok pahadır. Votka şişesinin değerinin € 70-100 olması normal kabul edilir. Koyu alkollü içecekler, yalnızca, restoran, bar ve devletin özel Vinmonopolet mağazalarında satılıyor. Yerli bankalarda çok kolay iri kredileri 3-4% -le elde etmek mümkündür. Devlet nüfus yönlü siyaset yürütür. Bundan dolayı Norveçliler kariyer ve daha gerekli masraflar da dahil olmak üzere hayatlarını on yıl önceden belirleyebilir bilir.Tahsil non eu devletler için 14-20 bin euro arasında değişir.Güzel eğitim veren üniversiteleri vardır.6.5 IELTS puanıyla kazanmak mümkün.o üniversitelerde okuyan her bir yabancı öğrenci ülkenin vatandaşı olarak kabul görülür ve Norveç vatandaşının sahip olduğu tüm haklara okuduğu dönemde sahip olur.Vatandaşlık almak nerdeyse imkansız.Vatandaşlık almak isteyen kişi ya Norveç vatandaşıyla evlenmeli ya da Norveçde 200 000 euroluk gayri menkul sahibi olmalı ve en az orta aylık maaşın 3 katı kadar aylık geliri olmalı(13500).

18 Şubat 2016 Perşembe

16 Şubat 2016 Salı

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin

Otuzaltıncı ve son Osmanlı padişahı, yüzbirinci İslam halifesi.

Saltanatı: 1918-1922
Babası:Sultan Abdülmecid Han – Annesi: Gülistu Kadın Efendi
Doğumu: 2 Şubat 1861 Vefatı: 16 Mayıs 1926

Sultan Abdülmecid Han’ın en küçük oğludur. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiğinden, ağabeyi II. Abdülhamid’in himayesinde yetişti. Çok zeki olup fıkıh bilgisinde pek ileriydi. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefat ettiği gün padişah ve halife oldu. Saltanata geçtiğinde I. Dünya Savaşı’nın korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Nitekim 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesi imza edilerek, Birinci Dünya Harbi mağlubiyetimizle bitti. Vahideddin Han bu mütarekeye imza koyan delegeleri kabul etmedi. Mütarekeden hemen sonra Osmanlı Devleti’ni sebepsiz yere savaşa sokan, milyonlarca vatan evladını cephelerde eriten Talat, Enver ve Cemal paşalar yurt dışına kaçtılar.
İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan Vahideddin’in elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir milleti idare etmek kaldı. İstanbul, 16 Mart 1920’de İtilaf devletleri tarafından işgal edildi. Yunanlılar İzmir’e, İtalyanlar güney batıya, Fransızlar da Güney Anadolu’ya girdiler. Vahideddin Han 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladığı ve Anadolu’nun işgalini ihtiva eden Sevr antlaşmasını bütün baskılara rağmen imzalamadı. Osmanlı ordusu tamamen lağvedildi. Medine muhafızı Fahri Paşa, on ikinci ordu kumandanı Ali İhsan Paşa ve harbiye nazırı Mersinli Cemal Paşa gibi değerli kumandanlar Malta’ya sürüldüler. Padişah’ın şahsını korumak için yalnız yedi yüz kişilik maiyyet-i seniyye kıtası bırakıldı. Sultan bu taburu, Ayasofya etrafındaki sipere sokup camiye çan takmak veya müze yapmak isteyenlere ateş etmeleri emrini verdi.

İşgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılmayacağını anlayan Vahideddin Han, güvendiği kumandanları Anadolu’ya göndermek istedi. Ancak bunlar; “Dış dünyaya karşı harp edilmez. Bu iş olmaz.” diyerek gitmeyi reddettiler. Sultan’ın kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bir ara kendisi gitmeyi düşündü ise de, İngilizler “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız.” diyerek engellediler. Bunun üzerine bir gün saraya çağırdığı Mustafa Kemal’i; “Paşa paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. Böylece İstiklal mücadelesi başlamış oldu.

İstiklal harbi zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Vahideddin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. İstanbul ve Anadolu basınında aleyhinde yazılar çıkmaya başladı.

17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı’ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta adasına götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke’ye gitti. Oradan da İtalya’daki Sen Remo şehrine giderek orada ikamet etti. Vahideddin Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926’da İtalya’da vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Sultan Selim Camii kabristanına defnedildi.

Vahideddin Han, çok akıllı ve çabuk kavrayışlı idi. Arada Sultan Reşad olmayıp da, II. Abdülhamid Han’dan sonra tahta çıksaydı, belki devletin başına böyle bir bela gelmezdi. Çünkü O, İttihat ve Terakki hükümetinin hatalarını önleyip, felaketlerin önüne geçebilecek kudret ve irade sahibi bir kimseydi. Çok sevdiği vatanından koparken yanında şahsi ve pek cüzî mal varlığından başka bir şey götürmediği, ülkesinden ayrılmasının üzerinden henüz dört yıl geçmeden vefatında kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı 15 gün tabutunun kaldırılmamış olmasından da anlaşılmaktadır.

Vahideddin Han’ın vatanının ve milletinin uğradığı felaketler karşısında neler düşündüğü ve neler hissettiği kayıtlara geçmiş şu hadiseden çıkarılabilir. 1919 senesi Ramazanında bir sabah Yıldız Sarayı’nda yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler, Sultan’ın geceleri kaldığı daireyi de sarar. O geceyi tesadüfen Cihannüma Köşkü’nde geçirmiş olan Vahideddin, yangını haber alınca, üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken çevrede ağlayanları görünce gözleri yaşararak; “Benim vatanım ateş içinde, onun yanında bunun ne kıymeti var.” demekten kendini alamaz.

Hakkında Yazılanlar

1.Şahbaba
Osmanoğulları’nın Son Hükümdarı 6. Mehmed Vahideddin’in Hayatı, Hatıraları ve
Özel Mektupları
Murat Bardakçı
Pan Yayıncılık / Gri Yayın Dizisi

Torunları, Sultan Vahideddin’e “Şahbaba” derlerdi… Şahbaba, yukarıdaki satırları, ölümünden sadece birkaç gün önce yazmıştı… Son padişahın tarihteki rolü yıllarca tartışıldı ama, o hiç katılmadı bu tartışmaya… Şimdi, ölümünün üzerinden geçen 70 küsur yıl boyunca ailesinin titizlikle sakladığı özel arşivi ilk kez bu kitapla gün ışığına çıkıyor ve Sultan
Vahideddin, hakkındaki tartışmalara belgeleriyle, mektuplarıyla, yarım bıraktığı anılarıyla, yani kendi kalemiyle katılıyor… Murat Bardakçı’nın titiz bir araştırmayla topladığı ve bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış belgelere dayanarak kaleme aldığı “Şahbaba” sadece Sultan Vahideddin’in değil, ailesinin ve yakın çevresinin de hikayesi… Hükümdarın kızı Sabiha Sultan’ın ifadesiyle, “Masalı andıran bir hayat yaşayıp başdöndürücü iniş-çıkışlar ve taşkın fırtınalar atlattıktan sonra pek de kolay olmayan bir şekilde ayakta
kalabilen insanların” öyküsü…

2.Son Padişah Vahdettin
Yılmaz Çetiner
Milliyet Yayınları / Tarih Dizisi

3.Yıldız’dan Sanremo’ya
Vahdettin’in Dördüncü Kadınefendisi Nevzat Vahdettin’in Hatıraları ve
150’liklerin Gurbet Maceraları
Nevzat Vahdettin
Arma Yayınları / Tarih-Anı Dizisi

1937 yılında Tan Gazetesinde dizi olarak yayınlandığı zaman büyük yankı yapan bu kitap iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım olan Osmanlı Padişahı Vahdettin’in Dördürcü Kadınefendisi Nevzat Hanım’ın hatıralarından ibarettir. Son derece önemli olan bu hatıralarda Nevzat Hanım’ın Sultan Reşad’ın sarayında geçirdiği çocukluk dönemi, Vahdettin’in Dördüncü Kadınefendisi olarak katıldığı Vahdettin’in haremine ait hatıralar ve son nefesine kadar yanında bulunduğu Vahdettin’in Sanremo’ya ait hatıraları anlatılmaktadır.

İkinci kısımda ise Vahdettin’in yurt dışına kaçışından sonra gittiği Malta, Hicaz ve Sanremo’da başından geçenlerle, İngiliz elçiliğine sığınıp bir süre Taşkışla’da kalan, daha sonra İngiliz gemileriyle yurt dışına çıkarılan ve büyük bir çoğunluğu 150’likler listesine dahil olanların Malta, Mısır, Sanremo, Romanya, Yunanistan ve Hicaz’da başlarından.

ERTUĞRUL GAZİ

ERTUĞRUL GAZİ

Doğum tarihi : ??.??.1188 Ölüm tarihi : ??.??.1281
Ertuğrul Gazi kaç yaşında öldü : 93
Kilo & Boy :
Burcu :
Meslek : Asker
Ertuğrul Gazi doğum yeri :
Ölüm yeri : Sögüt, Bilecik

ERTUĞRUL GAZİ BİYOGRAFİSİ

Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey'in babasıdır.
Ertuğrul Gazi1188 yılında doğmuştur. Babası (Süleyman Şah) Gündüzalp, annesi Hayme Hatun’dur. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyuna mensuptur.Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in babasıdır. Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar adlarında 3 kardeşi vardı. 9. asırda Ertuğrul Gazi’ninataları, yaklaşık 50 bin veya 70 bin hane olmak üzere diğer Oğuz boyları ile beraber Moğol istilasının da etkisiyle Buhara ve Semerkant (Özbekistan) üzerinden Ceyhun nehrini (Amuderya’yı) geçerek Horasan (Türkmenistan) bölgesinin Merv /Mohan şehrine yerleştiler.
11. asırın ikinci yarısında Selçuklular’la beraber Azerbaycan üzerinden Doğu Anadolu’ya Van Gölü’nün batısında yer alan Ahlat’a ulaştılar. Süleyman Şah, aşiretiyle beraber 25 Şubat 1221 tarihinde Ahlat’tan kalkarak Erzincan taraflarına doğru yola çıktı. Amasya’da birkaç gün kalarak bu bölgede bulunan Gürcüler veTrabzon Rum İmparatorluğu’na karşı savaştı. Fakat bu ülkede büyük bir mera bulamadı.
O sıralarda Halep’te bulunan Eyyubî Devleti şubelerinden bir hükümdar, Haçlılarla çarpışmak üzere Süleyman Şah’ı Halep’e davet etti. Süleyman Şah, bütün ağırlıklarıyla ve oymaklarıyla beraber Amasya’dan yola çıktı. Elbistan taraflarından ilerliyordu. Nihayet önlerine Halep yakınlarında Fırat Nehri çıktı. Bu nehrin geçitlerini bilmiyorlardı. Süleyman Şah atını Fırat Nehrinin akarsularına sürdü. Fakat atı bu coşkun suyun akıntısına kapıldı. Süleyman Şah da ayağını üzengiden kurtaramadı. Sular atı ve Süleyman Şah’ı alıp gitti. Birkaç defa atıyla batıp çıktıysa da onu kurtaramadılar. Süleyman Şah, 1227 yılında 60 yaşında Fırat nehrini geçerken boğularak öldü.
Süleyman Şah'ın Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar Bey ve Ertuğrul Bey adında dört oğlu vardı. Sungur Tekin ve Gündoğdu, kabileleriyle birlikte eski yurtlarına Horasan’a döndü. Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Ana ve küçük kardeşi Dündar’ın bulunduğu aşiret ise 444 çadırlık aile efradıyla beraber yeni bir yurt aramak için Pasin ovası ile Sürmeliçukur yöresine gittiler. Bir müddet sonra da batıya doğru hareket ettiler ve Ankara’ya gelerek Karacadağ’a yerleştiler. Bir rivayete göre; bu yolculuk sırasında Erzurum-Sivas arasında yer alan Yassı Çimen’de Selçuklular ve Harezmşahlar arasındaki savaşta Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayıhanlılar Selçuklu safında yer almışlar ve Harezmşahlar’ın yenilmesini sağlamışlardır.
Selçuklu Sultanı I. Alâeddin KeykubatErtuğrul Gazi idaresindeki Kayıhanlıları bu savaşlardaki hizmetlerinin karşılığında ödüllendirdi ve Ankara’nın batısındaki Karacadağ’ı kışlak-yaylak olarak verdi. Bu müjdeli haber Kayıhanlılar Kayseri’de bulunurken, Selçuklu başkenti Konya’ya gönderilen Ertuğrul Gazi’nin oğlu Saru Batu Savcı Bey tarafından getirildi. Ertuğrul Gazi’nin Anadolu’daki ilk konak yeri Karacadağ’dır.
Ertuğrul Gazi Karacadağ’a yerleşince, Ankara ve Eskişehir arasındaki bölgede Bizanslılara karşı savaşlar verdi. İnegöl ve Yenişehir’e akın düzenledi. Ertuğrul Gazi bu akında öncü kuvvetlerin komutanı olarak Selçuklu hizmetindeydi. Ermeni derbendi’nde Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu zafer sonrası Sultan, Ertuğrul Gazi’yi taltif ederek Eskişehir (Sultanönü) ve çevresini dirlik olarak verdi.
Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Bey’e küçük bir beylik, tecrübeli kumandanlar, iyi bir nam ve fethe müsait bir zemin bırakmıştır.
Ertuğrul Gazi, Halime Hatun ile evlendi. Gazi Sarı-Batı Savcı Bey (vefâtı: 1288), Gündüz Alp (vefâtı: 1306), ve Osman Bey (1258-1326) adlarında üç oğlu oldu.
Ertuğrul Gazi, 1281 yılında Bilecik, Sögüt ilçesinde vefat etmiştir. Sögüt ilçesi'nde her yıl Ertuğrul Gazi'yi anma törenleri yapılmaktadır.
Ertuğrul Gazi

14 Şubat 2016 Pazar

Kızıl Elma

Kızıl Elma, Türk mitolojisinde Türkler ve de özellikle Oğuz Türkleri için üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşlerdir. Türk devletleri için bir hedefin ve amacın simgesidir.
Kelimenin tam olarak ne zaman, nerede ve nasıl geçtiği bilinmemekle birlikte tarihi akış içerisinde hep ilerlemenin bir sembolü olmuştur. İstanbul'un Fethi'nden sonra, Kızıl Elma'nın, Roma'da bulunan San Pietro Bazilikası'nin mihrabındaki altın top olduğu ileri sürülmüştür.
Elma, Türk ve Altay halk inancında ve mitolojisinde kutlu bir meyvedir. Alma, Olma, Ulma, Ulmo olarak da söylenir. Moğolcası Alıma (Alımah)’dır. Meyvelerin anası ve atası olarak kabul edilir. Ağacının çiçekleri pembe veya beyaz açar. Çekirdekli türlü renklerde meyvası olan bir ağaçtır. Kadınla erkeğin birbirine duyduğu tensel sevginin simgesidir. Aksakallı kocanın elinden aldığı elmanın kabuğunu yiyen kısır kadın ikiz doğurur. Kızılelma için ordulara kıtalar aşmıştır. Masallarda hep büyülü elmalar vardır. Gizemli bahçelerden hep o çalınmış, üzerine türküler yakılmış, yavuklunun yanağı ona benzetilmiştir. Yunan mitolojisinde Altın Elma için kadınlar birbirlerine düşman olmuşlardır. (Azeri dilinde Qızıl (Kızıl) sözcüğü doğrudan "Altın" anlamına gelir. Ve bu bağlamdan eski adı Alma Ata’dır ve elmanın dünyaya buradan yayıldığına inanılır. Adem ile Havva’nın cennette yedikleri yasak meyvenın elma olduğu, yasağın ise aslında cinselliği içerdiği, bu nedenle de elmanın cinselliği sembolize ettiği iddia edilir. Yeryüzünde neredeyse her coğrafyada yetişmesi bir simgeye dönüştürmüştür ve pek çok uygarlıkta elma ile ilgili söylence ve masallara rastlanır.
Kızıl Elma, Türkler tarafından değişik şekillerde tasvir edilmiş olup bazen bir belde, bazen bir taht, bazen de dünya hakimiyetini temsil eden som altından yapılma kızıl renkli bir küre olmuştur. Bazen fethedilmesi gereken illeri ifade eder, çoğu kez ise bütün Türklerin, tek bayrak altında toplandığı devletin simgesidir.
Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen hakimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade edilmiştir. Çok eski bir Türk inanç ve töresi olan Kızıl Elma, Türkistan'dan Hazar Denizi'nin doğusundan gelen Oğuzların, Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hakimiyetinin ifadesi olarak bulunan altın topu yani Kızıl Elma'yı ele geçirmeyi ülkü edinmişlerdir.
Elma sözcüğü (Al) kökünden türemiştir. Orta Asya Türkçesi’nden hemen hemen tüm lehçe ve şivelere aynı kökten geçerek kullanılan ad Türkiye Türkçesi’nde, Alma -> Elma dönüşümüne uğramıştır. Kelimenin kökeninde; “almak” fiilinin ve meyvenin rengini simgesel olarak ifade eden "al" (kırmızı) sıfatının olduğu bilinmektedir.

7 Şubat Kahramanlık Günü...

Azerbaycan Kürşad Derneği, Şehit Mübariz İbrahimov'un doğum günü olan 7 Şubat'ı "Kahramanlık Günü" olarak ilan etmiş.
Azerbaycan'daki soydaşlarımızın bu çalışması Türkiye'deki birkaç Türkçü teşkilat tarafından da desteklenmiş. Bende bir Türkçü olarak, Dünya Türklerinin birliğini sağlayacağına, ortak bir gün ve ortak bir fikir belirleyeceğine inandığım için gruptakilerinde bilgisi olsun diye buradan paylaşıyorum.
Belli mi olur, belki Nevruz gibi birgün bütün Türk ellerinde 7 Şubat Kahramanlık Günümüz bilinir ve ortak birgün olarak anılır.

Türkler ve İslamiyet

Türklerin Müslüman Olmasının Sebepleri: Türkler İslâmiyet’i kılıç zoruyla değil, kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Şüphesiz bu dini seçmelerinin en önemli sebebi, eski Türk inancı ve anlayışı ile İslâmiyet arasında birçok benzerlik bulunmasıdır
1-Eski Türk diniGök-Tanrı inancı adıyla bilinmektedir. Bu inanışa göre Türkler, İslâmiyet’teki gibi tek bir Allah’a inanıyor ve O’na Tanrı (Tengri) diyorlardı. İslâmiyet’te Esmâ-i hüsnâ denilen Allah’ın sıfatlarından bazıları,eski Türk inancında da mevcuttu.
2-Ahiret ve ruhun ölmezliği, her iki inançta da mevcuttu. Türkler cennet için uçmağ (uçmak), cehennem için tamu sözünü kullanmaktaydı.
3-İslâmiyet’te olduğu gibi Gök Tanrı inanışında da Tanrıya kurban sunuluyordu.
4-İslâmiyet’teki gaza ve cihât ile Türklerin dünya üzerinde töreyi hâkim kılmak için yaptıkları savaşlar benzer mahiyettedir. İslâm anlayışına göre savaş sonunda elde edilen ganimet helâldir. Türklerde ise aynı şekilde yağma geleneği vardır.
5-İslâmiyet’in telkin ettiği ahlakî kurallar, Türk anlayışına da uygun düşmektedir.
Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdi. Ancak bu dinler halk arasında değil daha çok idareci kesimde kabul görmüştü. Buna rağmen İslâmiyet dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamışlardır. İslâm dini, millî yapıya uygun olduğu içindir ki Türkler kitleler hâlinde bu dini kabul etmişler ve Türklüklerini korumuşlardır.
Türklerin İslâmiyet’e Hizmetleri: Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleri hem İslâm âlemi hem de dünya tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler.
Türkleri islamiyete yakınlaştıran en önemli sebep, tevhid inancı olmuştur. Allah’ın birliği inancı Türkler’de çok yaygın olan bir inançtı. Din adamlarını huzuruna çağıran Mengü Kağan, “biz tek Tanrı’nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz” demişti. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.15)

Şamanizm Nedir ?


Şamanizm ilkel kavimlerde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı ve hastaları iyileştirme gücüne sahip olduğu kabul edilen Şamanlar çevresinde yoğunlaşan inanç sistemidir. Ata ruhlarına ve doğa varlıklarına tapınmaya dayanan eski bir Asya dinidir.
On üçüncü yüzyılda Avrupalı gezginlerin Mançu-Tunguz halklarından duydukları Şaman kelimesi, daha sonra Sibirya sihirbazlarına verilen bir isim olarak yaygınlaşmıştır. Şamanizm ise genellikle Sibirya kavimlerinin din inançlarını ve bu inançlara bağlı olarak dini merasimlerini ifade eden bir terim olup, Kuzey Asya halkları arasında yaygın olan Şaman kelimesi etrafında kurulan, çoğunlukla dini karaktere sahip inançları ve bir takım faaliyetleri ifade için kullanılır. Çok geniş bir alana yayılan Samanlık, Türk-Moğol eski kültür tarihinde önemli bir yer tutar.
Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre, eski Orta Asya Şamanizminin temelleri Gök Tanrı, güneş, yer, su, atalar ve ocak yani ateş kültleriydi. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Samanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ve beraberliğinin yanında uyumu düşüncesi de yer alır.
şamanizmEvren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte ve iş birliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından dolayı kutsaldır. İşte bu yüzden Asya’nın göçebe halklarında Gökle Yer-Su’yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturuyordu. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atm bağlandığı direğin yanında bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür. Samanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesidir. Şamanist olan birisi kendini baba, dede ve atalarına ait bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar. Yani atalar kültü  hakimdir. Bununla birlikte söz konusu insan, aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir ki, bu durum varoluşun ana anlamıdır. İşte bu nedenle, bu insanın görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır.
Şamanizm en eski inanç sistemidir. Türklerin, Moğolların ve Asya göçebelerinin eski dinidir. İnançlarına göre bir yanda gökyüzünü mesken tutmuş iyilik Tanrıları, bir yanda yeraltının karanlığına gömülmüş kötülük Tanrılarının ve ağaçta, taşta, dağda, suda, ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların varlığına inanırlar. Şamanlar, bu Tanrı ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapan kişilerdir. Eski Türklerde iyi ruh “Ülgen“, kötü ruh “Erlik” diye adlandırılmıştır. “Ülgen” aynı zamanda iyi ruhların başında bulunan, onlara emir veren bir Tanrıdır. Tanrı ve en büyük semavi ruh, semanın en üst tabakasında bulunan insan şeklinde bir varlık olarak tasavvur edilmiştir. Gökte yaşadığına inanılan bu en büyük ruh, insanları, ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ayı, yıldızları yaratmış, kainatın düzenini sağlamıştır. Yine Şamanist kavimlere göre, gökte ve yerde meydana gelen çeşitli tabiat olayları, birtakım ruhların ve Tanrıların eseriydi. Onlara göre, tıpkı hastalık gibi ölüm de kötü ruhların bir eseri sayılıyordu.
Ağaçlara, taşlara, su kaynaklarının etrafına bez bağlamak Şamanizm‘de önemli bir ritüeldir. Gökteki Tanrılara beyaz, Yer-Su ruhlarına kırmızı, yeraltı Tanrılarına ve ruhlarına ise siyah bez parçaları kullanılıyordu. Bu yolla, Tanrılara dilek ve isteklerini ilettiklerine inanıyorlardı. Moğolistan’ın dört bir yanında yol kenarlarında bulunan taş yığınları kutsal sayılır. Bu taş yığınlarına “Ovo” denir. Bu yığına taş, votka şişesi, para ve kumaş gibi şeyler bırakmanın şans getireceğine inanılır. Ovo’nun etrafında dönüp dua etmek aynı zamanda güvenli bir yolculuğun da garantisidir.

Tengrizm Nedir ?

Gök Tengri inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır. Orkun yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Tonyukuk bengü taşında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, daha çok 'milli' bir tanrı niteliği taşır. Gök Türkler'in Çin esaretinden kurtularak İkinci Göktürk Devleti'ni kurmaları (680-682), Tanrı'nın isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; Hakan'ı Türklere Tanrı vermiş, budun Hakanı terk edince Tanrı tarafından cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk Milleti'nin hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ulu varlık durumundadır.

Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı'nın çıkardığını bildirmiş, Gök'ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu'dan kuzey Tibet ile batı Türkistan'a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Kun'laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök'ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök'e mal edilmiştir: Tanrı Türk'ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da 'Ulu Tanrı'dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı'nın iradesine bağlıdır.

Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı'nın 'eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu' ortaya koymaktadır.

Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Kunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler'de en büyük kurban, bozkırlı Türk'ün kutsal bir duyguyla benimsediği 'at'tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay'lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre Attila'nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Kun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Kunlar'ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler'in erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler'in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.


Türklerde Kadın

Eski Türk toplumlarında aile en önemli sosyal birlik olduğundan, ailenin temelini teşkil eden kadın, Türk destanlarında, Türk efsanelerinde öyle yüce bir mertebeye konulmuştur ki, kadını böylesine yüce bir varlık haline getiren töreye, kültüre hayran olmamanın imkanı yoktur. Kadın, erkeğin biricik yoldaşı ve çocuklarının anası olmak gibi önemli bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Daha da önemlisi Türk ırkının tek bereket kaynağıdır Kendisine verilen bir takım haklardan dolayı hanların, hakanların, cengaverlerin önünde saygı ile eğildikleri bir şeref abidesidir.
Türk destanlarında kadın ilahi bir varlık konumuna gelmiştir. Öyle ki, erişilip dokunulması, koklanması, kısaca beş duyu ile algılanmasının imkanı yoktur. Yaratılış Destanında, Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için Fikir ve ilham veren “Ak Ana” adında bir kadındır. Oğuz Kağan’ın ilk karısı, karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insan üstü varlıklardır. Yakutlar’da “Ak Oğlan” ağacın içinden çıkan nurlu bir kadın tarafından emzirilmiştir. İlk Türk yazıtlarından olan Bilge Kağan Kitabesinde Kağan: “Sizler anam hatun, büyük annelerim, ablalarım, hala ve teyzelerim, prenseslerim…” hitabıyla söze başlar.
En eski Türk inancına göre “han ile hatun” gök ile yerin evlatlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir. Kadına, böylesine bir kutsallık veren törede kadının dövülmesinin, hor-anmasının, itilip kakılmasının imkanı yoktur. Zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir durum göze çarpmamaktadır. Türk destanlarında kadın, erkeğin daima yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır.
Dede Korkut Hikayelerinden olan “Deli Dumrul’da,  Dumrul canının yerine can bulma çabasına girince, bunu kadınından bulmuş, kadını ona hiç çekinmeden “canını vereceğini” söylemiştir. Yine Türk kültüründe destan kahramanları, iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir. Nitekim yine Dede Korkut’taki Bamsı Beyrek Hikayesinde yer alan “Banu Çiçek” bunun en güzel örneğidir.
Turk-Kadini

Bordo Bereliler

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değişik sınıf ve rütbelerdeki 
subay ve 
astsubaylarından oluşan, iç ve dış tehditlerin bertaraf edilmesine karşı her türlü arazi ve iklim şartlarında görev yapabilecek nitelikte üst düzey eğitime tabi tutularak yetiştirilmiş özel 
askerlere
 verilen isimdir. 

Bordo Bereliler aynı zamanda devlet büyüklerinin yakın koruma görevini de yerine getirirler. Dünyanın en iyi askeri özel timleri sıralamasında 1. sırada yer alır. (Kimi verilere göre 2004 yılında Almanya'da düzenlenen Özel Kuvvetler yarışmasındaki birincilik performansıyla ilk sıradadır). Ününü abdullah öcalanın yakalanma görevinde duyurmuştur. Bordo Berelilere üye olan askerlerin adları soy adları 
MİT 
tarafından korunur. 

Eğitimleri

Yurtiçi, yurtdışı ve ihtisas eğitimi olmak üzere 3 ayrı dalda 47 ayrı ders eğitimi gören "bordo bereliler", 3.5 yılda yetişmektedir.Yurtiçinde 72 hafta süreli temel nitelikli kurslar gören elit askerlere, bu eğitimden sonra yurtiçi ve yurtdışında ihtisas eğitimi verilmekte, ihtisas süreleri 10 ila 52 hafta arasında değişmektedir. Yaklaşık 3 - 3.5 yıl sonunda aday, gerçek bir "bordo bereli" olmak suretiyle özel timlerde görev alacak duruma gelmektedirler. 

Yurtiçinde; savaş beden eğitimi, özel harekat, yakın muharebe, teşhis-tanıma, uzak mesafeli keşif ve devriye, sızma, yaşamı sürdürme - sorgulama sorguya mukabele, kaçma - kurtulma, hedef tarifi - ateş tanzimi - hasar tespiti, özel operasyon, psikolojik harekat, halka yardım, paraşüt, komando, gayri nizami savaş, koruma, kış muharebesi, kurbağa adam, serbest paraşüt eğitimi. 

İhtisas kurslarında; atlatıcı ve yer ekip komutanlığı, tahrip teknikleri, mayın ve bubi tuzakları, ilk ve acil yardım, cerrahi teknisyen, hayatta kalma-kurtulma, cephane imha, hafif silah uzmanlığı, ağır silah uzmanlığı, istihbarat uzmanlığı, harekat uzmanlığı, muharebe kursları, psikolojik harekat kursları. 

Yurtdışında; özel kuvvetlerde uzmanlık, hava indirme, sivil işler, halkla ilişkiler, devriye, yaşamı sürdürme, psikolojik harekat kurslarıdır. 

Ayrıca bu birlikler iyi donanımlı diplomatlardır. 

13 Şubat 2016 Cumartesi

Cephelerde Kayıplar: (1 Kasım 2015-13 Şubat 2016)


1-Nusayri rejim: 2.973 ölü, 73 tank, 27 zırhlı araç, 10 top, 9 uçaksavar, 3 insansız hava aracı, 3 uçak, 3 buldozer, 1 helikopter.
2-İslam Devleti: 2.673 ölü, 21 zırhlı araç, 4 tank, 3 havan, 2 insansız hava aracı, 1 buldozer.
3-Suriyeli Muhalifler: 2.329 ölü, 6 tank, 4 uçaksavar, 2 zırhlı araç, 1 havan, 1 buldozer.
4-PKK: 2.037 ölü, 1 insansız hava aracı.
5-Irak ordusu: 1.943 ölü, 174 zırhlı araç, 8 tank, 7 helikopter, 6 top, 3 buldozer, 3 insansız hava aracı.
6-Peşmerge: 481 ölü, 10 zırhlı araç.
7-Husiler: 310 ölü.
8-Hizbullah: 259 ölü.
9-Türk ordusu: 246 şehit, 1 insansız hava aracı.
10-Afgan ordusu: 235 ölü, 8 zırhlı araç.
11-Şii milisler (Irak): 229 ölü, 5 zırhlı araç.
12-Suudi Arabistan ordusu: 212 ölü, 17 zırhlı araç, 7 tank, 1 insansız hava aracı, 1 helikopter.
13-El Kaide: 199 ölü.
14-Nijerya ordusu: 192 ölü.
15-İran ordusu: 185 ölü, 4 insansız hava aracı, 1 uçak.
16-Rus ordusu: 160 ölü, 4 helikopter, 2 insansız hava aracı, 2 uçak, 1 casus uydu.
17-Libya ordusu: 130 ölü, 3 uçak.
18-Mısır ordusu: 78 ölü, 3 zırhlı araç, 2 tank, 1 uçak, 1 mayın temizleme aracı.
19-Kenya ordusu: 61 ölü.
20-Amerikan ordusu: 56 ölü, 7 insansız hava aracı, 4 helikopter, 1 uçak.
21-Pakistan ordusu: 55 ölü.
22-Taliban: 46 ölü.
23-Ermeni ordusu: 33 ölü, 2 insansız hava aracı, 2 tank, 1 zırhlı araç.
23-Hamas: 32 ölü.
24-Kamerun ordusu: 25 ölü.
25-Burkina Faso ordusu: 18 ölü.
26-Tunus ordusu: 15 ölü.
27-Ukrayna ordusu: 14 ölü.
28-Endonezya ordusu: 12 ölü.
29-Alman ordusu: 10 ölü.
30-Filipin ordusu: 7 ölü.
31-Hint ordusu: 6 ölü.
32-Kanada ordusu: 6 ölü.
33-İngiliz ordusu: 5 ölü.
34-İsrail ordusu: 4 ölü.
35-Katar ordusu: 3 ölü.
36-Cezayir ordusu: 2 ölü.
37-Belçika ordusu: 1 ölü.
38-Bahreyn ordusu: 1 uçak.
39-Ürdün ordusu: 1 uçak.
40-Lübnan ordusu: 1 insansız hava aracı.

Totalitarizm nedir ?

Nazizm
faşizm
 ve Sovyet 
komünizminde
 örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasi, ekonomik ve toplumsal faaliyetin devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan siyasi yönetim tarzı. 
Çoğu zaman otoritaryanizm veya diktatörlükle birleştirilmek ya da karıştırılmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağlantının bulunmadığı politik kavram olarak totalitarizm söz konusu olduğunda, yöneticilerin, iktidar sistemi dışında kalan birey ya da grupların karar alma sürecinde hiçbir katkı ya da özerklikleri olmayacak şekilde iktidar sahibi oldukları, özel ve siyasi yaşamın her yönünü kontrol altında bulundurdukları bir politik sistem anlatılmak istenir. 

İlk kez İtalyan faşistleri tarafından, bizzat kendi politik hedeflerini tanımlamak için kullanılan ve günümüz siyaset felsefesinde, Nazizmi olduğu kadar Sovyet komünizmini de yani iktidarın tek bir merkezde toplandığı kapalı toplum biçimlerini, baskıcı yönetimleri, örneğin ‘Şeytan İmparatorluğu adı altında Stalin’in Sovyetler Birliği’ni karakterize etmede kendisine başvurulan totalitarizm terimi hayatın potansiyel ya da aktüel olarak politik bir önemi olan tüm boyutlarını denetim altında tutan yönetim biçimini ifade eder. Terim sırasıyla 1- Ütopik bir gelecek vaadiyle güçlendirilmiş bütünsel bir ideolojiyi; 2- Tek bir kişi tarafından yönetilen bir kitle partisini; 3- Fiziki veya psişik mahiyeti olan sistemli terör uygulamasını; 4- İletişim araçlarında tekelciliği; 5- Güçlü bir ordu ve silahlanma mantığını; 6- Ekonominin tek bir merkezden yönetimi ve denetimini ihtiva eder.

Plütokrasi nedir ?

Zenginler (zenginlik) tarafından yönetim. Devlet görevlerinin, gerek (ya) onları elde etmenin, gerekse (ya da) onları el altında tutmanın, bunları yapmanın gerektirdiği masrafların çok yüksek olması yüzünden, yalnızca hatırı sayılır bir ölçüde zenginlik sahibi kimseler tarafından yerine getirilebilecek bir şekilde ayarlandığı (başında, daha kuruluştan itibaren veya zamanla amaçlanılmadan öyle olduğu) yönetim-hükümet biçimidir. 

Plütokrasi, bir devlet görevini el altında tutmanın, o görevde bulunmanın zenginlik elde etmenin yolu, aracı olduğu yönetim biçiminden ayırılmalıdır. ABD demokrasisi plütokrasi olma yolunda bir eğilime sahiptir. Halbuki plütoktarik olmayan demokratik merkeziyetçilik sistemi önemli devlet görevleriyle mühim miktarda zenginlik elde edilmesine meydan verir. Bu tanıma tamı tamına uyan bir örnek bulmak zordur. 

Fransa'da Louis Philippe yönetimi (1830-48) altında yüksek ölçüde mülkiyet sahipliğine dayanan kiralama yöntemi ve ABD'de 19. asrın son yıllarındaki Amerikan politikasında zenginlere açık görevler, roller bu toplumlara kısmi bir plütokratik nitelik kazandırmaktadır.


Diktatör Nedir ?

Diktatörlük bir devletin idaresinin, kayıtsız şartsız bir kişinin elinde bulunduğu yönetim şekli. Yöneten kimseye de diktatör adı verilir. Kelimenin aslı, Latince "dictator" kelimesidir. Bu yönetim şekli, ilkin 
Roma Cumhuriyeti
 devrinde kullanılmıştır. Memleketin güvenliğini ilgilendiren acele bir durum karşısında, bir kimse 
senato 
tarafından yedi yıl süresince diktatör olarak tayin edilir ve memleket bu yıllar içinde, o kimsenin, kayıtsız-şartsız idaresinde bulunurdu. Bu devrenin sonunda ise, çekilmeye mecburdur. 

Roma Cumhuriyetinden sonra tarihte görülen diktatörlükler, esasta aynı kalmakla birlikte, değişik şekiller göstermiştir. Özellikle, 

Hitler 
Almanyası'nda ve 
Mussolini 
İtalyası'nda ilkin bir partinin seçimlerle Mecliste çoğunluk alması üzerine parti egemenliği şeklinde başlamış, sonraları kayıtsız şartsız bir kişinin üzerinde toplanmıştır.

Monarşi Nedir?


Monarşi, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Seçim dışı yöntemler kullanılır. Bu hükümdar, Türkçe'de kralimparatorşahpadişahprensemirkağanhakan gibi çeşitli adlar alabilir. Monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Hükümdar öldükten sonra onun soyundan biri gelir (oğlu, kardeşi gibi). Yani yetki genellikle babadan oğula geçer.Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir. “Monarşi” sözcüğü dilimize Fransızca Monarchie kelimesinden gelir. Cezalandırma ve bağışlama yetkileri sadece hükümdarın elindedir. Otoritenin bir kralın veya bir imparatorun elinde olduğu yönetim türüdür.

Şeriat Nedir?

Şeriat, Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol; mezhep; metod; adet; insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir.

İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilahi emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın ayetleri, İslam'ın son peygamberi olan Muhammed'in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslam bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilahi kanun"dur.

Şeriat 3 ana bölüme ayrılır
İbadetler: İbadet İslam'da, genel olarak Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi kapsamına alır. Özel anlamda ise, ayet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekat ve kurban bu ibadetlere örnek olarak verilebilir.
Muameleler: İnsanlar arasında medeni, ticari, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velayet, vekalet, vesayet, miras, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medeni muamelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.
Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve/veya toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedeni, mali veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar.

Eski Türklerde Savaş Aletleri

türk savaş aletleri
Savaş araç ve gereçlerinin başında at ve silâh yer alıyordu. Türklerin savaşlardaki başarıları, bu iki aracı çok iyi kullanmalarından ileri geliyordu. Türk atı ufak yapılı ve üstelik kaba kıllı idi. Onda saf kan Arap atının zarafeti ve gösterişi yoktu. Fakat son derece dayanıklı, çevik ve süratli idi. Türkler bütün işlerini atları vasıtasıyla görüyorlardı. Kaşgarlı Mahmûd’un ifadesiyle, kuş için kanat ne ise Türk için de at o idi. Bundan dolayı her çadırın önünde daima koşumlu bir at hazır bulunmaktaydı.
Süvari tekniğini ilk bulan ve uygulayan kavim Türklerdir. Türk savaş sisteminde atlı birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Komşuları, özellikle Çinliler süvari tekniğini Türklerden öğrenmişlerdir. Hatta Çinliler, M.Ö. 307 yılında yaptıkları bir reformla hareket kabiliyeti az, ağır savaş arabalarını hizmetten kaldırarak, Hun Türklerininki gibi hafif süvari birlikleri oluşturmuşlardır.
Savaş araç ve gereçlerinin en önemli kısmını silâhlar oluşturmaktaydı. Eski Türk toplulukları silâha “tolum”, silâh kuşanmayada “tolum manmak” veya “tolumlanmak” diyorlardı. Eski Türk askerleri, seferlerde ve savaşlarda silâhlarını ve yiyeceklerini yanlarında taşırlardı. Halbuki başka ordular, silâhlarını ve yiyeceklerini taşımak için binlerce araba kullanıyorlardı. Et ihtiyaçlarını karşılamak için de, ordunun arkasından binlerce sığır sevk ediyorlardı. Bu durum ise ordunun hareketini son derece güçleştiriyor ve yavaşlatıyordu. Türkler ise, yiyecek ihtiyaçlarını, genellikle yanlarına aldıkları et konservelerinden (kurutulmuş et) karşılamaktaydılar. Çinliler ve Avrupalı kavimler et konservesi yapmayı Türklerden öğrenmişlerdir.
Eski Türk silâhlarının başında ok gelmekteydi. Türkler oku, daha ziyade uzaktan yaptıkları savaşlarda veya taktik gereği geri çekilme sırasında kullanmaktaydılar. Özellikle, at üzerinde dört nala giderlerken oklarını önlerinde, arkalarında ve yanlarında bulunan hedeflere isabetli bir şekilde atmaktaydılar.
Eski Türk kurganlarında çeşitli silâhlar meydana çıkarılmıştır. Bunların başında uzaktan savaş silâhı olan ok ve yay gelmektedir. Ok, genellikle temren ahşap çubuk ve yelek gibi kısımlardan meydana geliyordu. En eski Türk oklarının temreni kemik idi. Daha sonra bu malzemenin yerini demir almıştır. Bundan dolayı ok ucuna demirden yapılmış anlamında bir söz olan “temürgen”, yani temren adı verilmiştir.
Ayrıca ok ucuna “başak” da denilmekteydi. En çok kullanılan temren üç dilimli idi. Ayrıca düz, yivli veya çengelli temrenler de vardı. Bunlardan en tehlikelisi çengelli temrenler idi. Atılan ok insanı öldürmemiş, yani yaralı bırakmışsa, okun çıkarılması sırasında çengelli temren yaralıda büyük hasar yapmaktaydı. Hatta bu yüzden yaralı ölmekteydi.
Bazen temrenin üzerinde ortada birleşen delikler açılarak, hedefe giderken ses, yani ıslık çıkaran oklar yapılmaktaydı. Islık çıkaran oklar Osmanlı döneminde de kullanılmış olup, bunlara “çavuş okları” adı verilmekteydi. Bu oklar, genellikle işaret vermek veya hedef göstermek için kullanılmaktaydı. Çavuş oklarını ilk bulan ve kendi birliklerinde uygulayan M.Ö. 209-174 yılları arasında Hun tahtının sahibi büyük Türk Hükümdarı Mete (Bagatır/Batur) idi.
Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç), mızrak (kargı, süngüg), kısa mızrak(kaçut), bıçak, hançer(bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge) ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakından savaş silâhları bulunmuştur. Bunlardan kılıç, Türk savaşçısının en çok kullandığı silâh idi. Türk kılıçlarının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısmı ise hafif kavisliydi. Bu rastgele verilmiş bir eğrilik değildi. Zira, savaşçının vurduğu darbede bütün güç burada toplanmaktaydı. Bundan dolayı Türk kılıcının kesici gücü çok yüksekti.
Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi; kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt başları şeklinde yapılarak, kılıçlara bir sanat eseri özelliği kazandırılıyordu.
Kılıçlar, yalın halde değil, “kın adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydı. Kılıç kını da bir halka ile savaşçının kemerine asılmaktaydı. Kılıç çekmekte kolaylık sağlamak için, kılıç kınının yeri sol tarafta bulunmaktaydı.
Eski Türk hayatında bıçak, hem günlük hayatta hem de savaşlarda en çok kullanılan bir eşyalardan idi. Türklerin çok çeşitli bıçakları vardı. Bunlardan en çok dikkat çekeni ise, her iki tarafı da kesen “kingırak adlı bıçaktır. Türkler bu tür bıçağa bugün “kama” adını vermektedirler.
Türk savaşçılarının çeşitli savunma silâhları da vardı. Bunların başında kalkan (tura), zırh (yarık) ve tolga(tulga,yaşuk/aşuk) geliyordu. Kalkan, genellikle deri, ahşap ve demir gibi silâh darbelerine dayanıklı maddelerden yapılmaktaydı. Zırh ve tolga ise, deri ve çeşitli madenlerden imal edilmekteydi. Türkler, iki çeşit zırh kullanmaktaydılar. Bunlardan biri “kübe yarık, diğer “say yarık adıyla anılmaktaydı. “Kübe yarık” bütün vücudu örten bir zırh idi. “Say yarık” ise, sadece demir göğüslükten ibaretti.